![]() |
Tweet |
Amin Maalouf der ki: “İnsanlar dinleri yüzünden eziyet gördüğünde, derilerinin rengi ya da yamalı giysileri veya şivesi yüzünden aşağılandığı ya da alaya alındığında bunu unutmazlar.” Bu ifade, hem bireysel hem kolektif hafızalarda derin izler bırakan bir hakikatin kapısını aralıyor: İnsanoğlunun, kendi seçmediği aidiyetlerinden dolayı cezalandırılması.
Siyaset sosyolojisi, gücün kimlikler üzerindeki etkisini, ayrımcılığın nasıl kurumsallaştırıldığını ve bireylerin sosyal rollerini nasıl biçimlendirdiğini inceler. Bu çerçevede baktığımızda, bir insanın sadece ten renginden, şivesinden ya da giyiminden dolayı hor görülmesi, yalnızca bireysel bir ayıp değil; yapısal bir çarpıklığın, siyasetin ve ideolojinin toplumsal dokuyu nasıl zehirleyebildiğinin göstergesidir.
Hiçbirimiz dünyaya gelirken ırkımızı, dinimizi, annemizi babamızı, konuştuğumuz dili ya da coğrafyamızı seçmedik. Bunlar bize bahşedilen kimliklerdir. Ancak siyasal sistemler çoğu zaman bu “ tercihimiz olmayan kimlikleri” bir ayrıştırma mekanizmasına dönüştürür. Oysa bir toplumun en büyük zenginliği, çeşitliliğidir. Dillerin, lehçelerin, inançların ve renklerin bir arada yaşadığı bir toplum; sadece hoşgörülü değil, aynı zamanda güçlüdür.
Modern devletlerde ayrımcılık, sadece sokakta karşılaştığınız bir bakış ya da alay değil; çoğu zaman müfredatlara, yasa maddelerine, bürokratik tercihlere hatta şehir planlamalarına kadar sinmiş haldedir. Siyaset, çoğu kez egemen kimliği mutlaklaştırır ve ‘öteki’ olanı görmezden gelir, bastırır ya da dönüştürmeye çalışır.
Bu da şu soruyu doğurur: Hangi dilin konuşulduğu, hangi ismin taşındığı ya da hangi aksanla konuşulduğu neden bir toplumsal sınıf ya da değer kriteri haline gelir? Neden bir çocuk okulda anadilinde konuştuğu için cezalandırılır? Neden yoksul bir aileden gelen biri, giydiği elbise nedeniyle küçük görülür?
Siyaset sosyolojisi bize şunu da öğretir: Toplumların kolektif hafızası vardır ve bu hafıza, uğradığı haksızlıkları unutmaz. Bir toplumun bir kesimini yıllarca ötekileştirirseniz, yıllar geçse bile bunun travması kolay silinmez. Bu travmalar, toplumsal barışı zehirler, nesilden nesle aktarılır ve bir gün politik talepler olarak karşınıza çıkar.
Siyasi liderlerin, karar alıcıların ve kanaat önderlerinin bu gerçeği görmeden yaptıkları her ayrıştırıcı söylem, toplumsal dokuda yeni çatlaklar oluşturur. “Birlik ve beraberlik” kavramı, ancak farklılıkları eşit yurttaşlık temelinde kabul etmekle mümkündür; onları yok saymakla değil.
Eşit yurttaşlık; herkesin, kimliğinden, şivesinden, inancından ya da kıyafetinden dolayı yargılanmadan, aynı haklara sahip olması demektir. Kültürel adalet ise; tüm kimliklerin, dillerin ve aidiyetlerin kamusal alanda görünür, onurlu ve eşit şekilde yer almasını sağlar. Bu anlayış; sadece mağdurları değil, bütün toplumu özgürleştirir.
Çünkü bir toplumda birileri hâlâ kendini gizlemek, kimliğini saklamak ya da utanç duymamak için çaba göstermek zorundaysa, orada gerçek bir eşitlikten söz edilemez. Oysa siyaset, ayrımcılığın değil; kapsayıcılığın ve onarımın aracıdır.
Bugün hala farklı olduğu için hor görülen, diliyle, adıyla, yüzüyle dalga geçilen çocuklar varsa, o toplumun aynası çatlamış demektir. Ve o çatlağı sadece bireysel vicdanlar değil; adaletli bir siyaset, eşitlikçi bir hukuk ve kapsayıcı bir sosyoloji onarabilir.
İşte bu yüzden, siyasetin dili değişmeli. Kimlikler bastırılacak birer kusur değil, korunacak birer mirastır. Çünkü insan, ancak kendisi olabildiği yerde özgürleşir.